4 Ekim 2016 Salı

Sözcükler - Arzu KÖK

Sözcükler


Jean Paul Sartre’nin bir kitabının adıdır Sözcükler. Burada çok fazla felsefi söylem içerisine girmek değildir isteğim. Sadece sözcükler söz konusu olduğunda aklıma gelen bir soru var, onu irdelemek istiyorum. ‘Kaç sözcükle düşünmeyi öğreniyoruz? ‘

 Ankara Üniversitesi’nde yabancı öğrencilere dilimizi öğretmek için kurulan ve kısa adıyla TÖMER olarak bilinen kurumun yaptığı bir araştırmayı gördüm geçenlerde. Bu araştırmaya göre: Amerikan ilköğretim okullarının ders kitaplarında kullanılan sözcük sayısı 71.681, Almanya’da 70.400, Japonya’da 44.224, İtalya’da 30.193, Suudi Arabistan’da 13.579 imiş. Türkiye’de ise bu rakam 7.260. Bu da demek oluyor ki ilköğretimi bitiren çocuk bu kadarcık sözcük hazinesiyle çıkıyor yaşam yoluna. 

“Severim sözcükleri.
tavandan düşen güvercinlerdir sözcükler.
dizlerimde oturan altı kutsal portakaldır onlar.
sözcükler ağaçlardır, yaz'ın bacakları,
ve güneş, ve onun tutkulu yüzü.”  diyor Anne Sexton bir şiirinde. Bir başka şair Roque Dalton:

“Som sözcükler istiyoruz
ki dirensin gecenin ortasına
dünyanın yeni rüzgârlarına
sözcükler doğar temellerden
sözcükler doğar bina temellerinden
kaya gibi sert
boyun eğmez sözcükler.

Sözcükler yetmez konuşmaya hazırlık için
bizim tez canlı dünyamızda
ama susuzluğun nedenlerini gösterir,
çığlık,
duyurur "Yeter!" diye açlığı
sömürünün karanlığına karışırken
öfkesinin ışığı.

Sözcükler istiyoruz uyanışın şarkısı için.”

Ne güzel anlatmış değil mi bu şiir sözcüklerin önemini? Düşünsenize bir gün, sırf kullanmadığınız için sözlüğümüzdeki bazı sözcüklerin silindiğini, yok olduğunu. Hele bir de kullandığımız sözcükler dahil pek çoğunun yaşamdaki karşılıkları silinirse ne olacak? Soru olarak duymak bile can sıkıcı iken Türkçe yazık ki böylesi bir durum ile karşı karşıya bırakılmış durumda.

Sözcüklerin yaşamımızdaki varlığı son derece önemlidir. Onlar olmadan düşünemeyiz, kendimizi ifade edemeyiz her şeyden önce. Sözcüklerin azalması yalnız düşünce özgürlüğü boyutuyla değil, buna bağlı birçok konuyla ilgili de bir yığın soru getirebilir akla. Ki düşünce özgürlüğüyle ilgili olanları en basitleri aslında. 
Sözcük hazinesi zengin olduğunda, düşünce de zenginleşecek ve düşünceyi açıklama özgürlüğü daha da çok anlam kazanacak. Elbette, düşünce özgürlüğünün sınırlanmasına karşı çıkmak gerekecek böylesi bir durumda. Ne var ki, her türlü düşüncenin serbestçe açıklanabildiği, ama açıklanan düşüncelerin ne kadar gür ve yüksek sesle ifade edilirse edilsin, içerik bakımından bütün derinlikleri anlatmaktan yoksun kaldığı ortamlarda yine de özgürlük hep sınırlı kalacaktır. Bakın yine sözcüklerin ve sözcük hazinesinin gücü çıkıyor ortaya. Ancak düşünce özgürlüğü ve bu alandaki zenginlik kapitalist düzenin en karşı çıktığı şeydir ki bu nedenle öncelikle ele geçirmek istedikleri ülkeleri dillerinden yoksun hale getirmeye çalışırlar. Ülkemize yapılmaya çalışılan da budur. 

Peki ya eğitim sistemimizdeki dil ikiliği? İnsanlarımızın bir kısmı öğretim dili zengin dillerin kullanıldığı okullarda yetişince ne oluyor? Evin içinden başlayarak sokaklara, meydanlara, kalabalıklara doğru uzanan bir sorun yok mu? Çocuk anadilini, adı üzerinde annesinden öğrenir. Yalnız okul öncesinde değil, sonraki aşamalarda da böyledir bu. Sözcük ve düşünce zenginliği ne kadar yüksek olursa olsun bir annenin bunları çocuğuna net olarak aktarabilme şansı yazık ki yoktur. Çünkü kişiliğinin oluşmaya başladığı en kritik dönemde çocuk, annenin zengin dil hazinesi ve iyi yetişmişliği ile çevrenin sınırlı dil hazinesi ve kültürsüzlüğü arasında kalmaktadır. Bu da çocuğun sağlıklı gelişimi yönünde engel oluşturmaktadır. Bir de burada annenin israf edilen birikimi de söz konusudur. 

Bunun gibi pek çok şey yazılabilir veya akla gelecektir mutlaka. Toplumun iyi yetişmiş seçkinleri ile halk yığınları arasındaki düşünce aktarımında da söz konusudur bu durum. Bu seçkinler ya toplumlarından kopup başka ufuklara yelken açıyorlar ya da kolayına kaçıp iletişimin mümkün olduğu sığ sularda yüzüp durmaktadırlar. Halk ile aralarında bir bağ asla kurulamamaktadır. Böyle olunca da sözcük hazinesi zengin bir dil yaratmak, ülkenin kültür düzeyi kadar demokrasisinin kalitesi bakımından da büyük önem kazanmaktadır.

Sözcük hazinesi zengin bir dilin yaratılması ise, dil kurumlarının, edebiyat ve sanat çevrelerinin olduğu kadar, hatta onlardan daha çok üniversitelerin işidir. Çünkü dil, ayrıntılı kavram farklılıklarıyla ve bilimsel anlatım titizliğiyle orada gelişir.

Dünyanın en güzel dillerinden ve sözcük hazinesi en zengin olanlarından biridir Türkçemiz. Bu nedenledir ki onun daha fazla yozlaştırılmasına izin verilmemelidir. Üniversiteler, dil kurumları, edebiyat ve sanat çevreleri ortak hareket etmeli ve bu gidişata bir son verilmelidir. Bizim başka dilimiz ve ülkemiz yok. Sahip çıkalım.

Arzu KÖK


Mehmet AYDIN -Arzu KÖK

Mehmet AYDIN

31 Mart 2016 günü kaybettik onu. İki ay önce de sevgili eşini kaybetmiş ve acısına dayanamamıştı belki de. Mehmet Aydın'ı kalabalık bir topluluk uğurladı. Dostları, sevenleri uğurladı onu son yolculuğuna. Oradaydık hepimiz, yanındaydık son yolculuğunda. Kiminle konuşsam; ''Beni çok severdi, ben de onu'' diyordu. 

 Ben dahi 'en çok beni severdi' diye düşünüyordum. Vardığım sonuç şu: Mehmet Aydın, iyi öğretmenliği yanında; dostlarına, çok sevildiğini hissettiren, onun için biricik olduklarına inandırmayı başaran bir sevgi adamıydı. Işılar içinde olsun...

Yazarlar, çizerler, aydınlar, okuyanlar tanır Mehmet Aydın’ı. Kimi yapıtlarından, yazılarından, kimi de şiirlerinden ve çokça aldığı ödüllerden tanır onu. Ama onu tanıyanlar dostluğunu çok sever, güler yüzüne, kişiliğine güven duyar. Zira yaşamıyla, yapıtlarıyla örnek bir eğitimci ve mücadele insanıdır o. “Kalemiyle köprü kurabilen” nadide değerlerimizdendir.

Türk Edebiyatı’nda son nefesine kadar yazmaya devam etmiş şairlerimiz vardır. İlk söylendiğinde ise akla Fazıl Hüsnü Dağlarca, İlhan Berk, Melih Cevdet Anday gibi şiir ustaları gelir ve bu unvan yalnız onlara aitmiş gibi düşünülür. Oysa onlarla sınırlı değildir. Mesela Mehmet Aydın onlardan biridir. Mehmet Aydın Cumhuriyetle yaşıt ve son anına kadar da üretmeye devam etti. Hatta iki ay önce çıkan son şiir kitabının önsözünü yazma mutluluğunu da yaşamıştım.

Delphoi kendinde “Dünyanın Göbeği” diye bilinen bir yarık varmış. Bu yarıktan insanı sarhoş eden bir buhar çıkarmış. Tanrı Apollo’ya danışmaya gelen olursa bu yarık üzerine üçayaklı bir sehpa konur, buna da Pythia denen başrahibe otururmuş. Bu rahibenin buharla kendinden geçtikten sonra söylediklerini etraftan saygıyla dinleyen rahipler kaydeder, sonra manzum bir biçime koyarak, Tanrı’ya danışmaya gelenlere verirlermiş. İşte, Mehmet Aydın’da Türk Edebiyatı’nın Pythita’sıdır. Pythia gibi o da herkesten farklı bir dille yazıyor. Saygıyla dinlenip, yorumlanması gerekiyor. Kısacası aceleci, kolaycı olan bugünün insanının harcayamayacağı kadar bir çaba istiyor. Belki de bu yüzden adı yukarıda saydıklarım kadar bilinir olmadı. Bir söyleşide ona bunun nedeni sorulduğunda “ Ben yazarım. Neysem oyum. Bir pazarlamacı, tezgâhtar değilim” diye yanıtlar. 

Cumhuriyetle yaşıttı Mehmet Aydın. Kendisi kadar şiiri de gerçek bir cumhuriyetçi. O yaz kış meyve veren bir ağaç gibiydi. Ders kitabından eleştiriye kadar her konuya el atmış bir yazın eriydi.

Anadolu’nun bozkırlarından sözcükler devşirip getirdi dimağlarımıza. Dağ başlarında sessiz sedasız açan kır çiçekleri gibi unutulmaya yüz tutmuş sözcükleri kullandı şiirlerinde. Oldukça yalın bir anlatımı vardı. Özenle seçtiği sözcüklerle mükemmel bir dil işçiliği kullanırdı. Bu anlamda da yüz akıydı Türkçe’nin. Şiirlerinde söylenceler, türküler, masal ve kültürel değerlerden yararlanır. Toplumun her kesimini içine alan bir izlek yelpazesi ile ele alarak aktarırdı bizlere.

Mehmet Aydın, insanlığa hizmeti ibadet sayar ve sevgi dininin ışıklarını, şiir diliyle evrene yaymaya çalışır. Gün geldi, Filistin’de, Çeçenistan’da, Bolivya’da, Yunanistan’da, Güney Afrika’da bir özgürlük savaşçısı oldu, gün geldi Şili’de, Cezayir’de, İran’da bir direnişçi oldu. Gün geldi barış güvercini olup dolaştı tüm evreni. Gün geldi Sivas’ta yakılan aydınlarla, sanatçılarla yandı. Gerçi son gün çıkan bir aksaklık olmasaydı belki de o gün yakılanlardan biri olacaktı. İyi ki olmuş o aksilik de o gün gidememiş oraya. Osman Bolulu’nun dediği gibi bir “sevgi bohçası” ydı o. “Canım canım” diyerek kollarını açıp karşılayışı da bu yüzdendi insanları. 

Yeryüzünde ne kadar sorun varsa, ne kadar acı olay yaşanıyorsa, bunların oluşmasında kendini sorumlu tutarak insanlığın dertlerini paylaştı. Yüreği daralanlara, şiirlerini ilaç olarak sundu.

 Özellikle köylülerin, işçilerin, yoksulların, kimsesiz çocukların, sürülen öğretmenlerin, özgürlük savaşçılarının, ozanların, yazarların sorunlarını dile getirdi. 70’li yılların kardeş kavgasını, gençliğin bu kavga içindeki yitişini, çığlık çığlık haykırdı. Akan kanı durdurmak adına şiirleriyle bir barikat kurmaya çalıştı. 

Mehmet Aydın’ın şiiri genelde anlam şiiridir. Biçim ve anlam bütünlüğü vardır şiirlerinde. Evrensel ilişkilerin bilimi olan diyalektiği kullandı yazarken şiirlerini. Dünya görüşü ve evrensellik ön planda oldu onun için hep. Şiirlerinde asla benmerkezci bir anlayış söz konusu olmamıştır. Şöyle diyebiliriz örneğin;

“Mehmet Aydın şiiri, gerçeklerin şiiridir
Acıların, sızıların damıttığı bir şiir
Umutların, beklentilerin şiiridir
Dostlukların, barışın şiiridir
İnsan haklarının şiiridir
Ölüşlerin, hayallerin gerçek objektifinden geçirilmiş şiirlerdir
Çağını soluyan, yargılayan şiirlerdir
Sorumluluğu acılarından gelen şiirlerdir
Sevdalar içinde, sevdasız kalmanın şiiridir.” ve bunları istediğimiz gibi uzatabiliriz.

Tüm bunların yanında Mehmet Aydın Türkçe’yi en güzel kullanan bir şairimiz olarak da çarpar göze. Liberalizm ve kitap rantı uğruna Türkçe’nin zedelenmesinin önünde durmuştur. Şiirin olmazsa olmazı imgeyi de çok güzel kullanır, ancak kendisine sorarsanız mütevazi bir şekilde imgeyi en güzel kullananın kendisi değil, İlhan Berk olduğunu söylerdi.

O umut dolu bir kapı açmıştır, yersize, yurtsuza umarsıza ve bir yuva yapmıştır onlara, dostluk, kardeşlik ocağı olan;

“Bir yuva donattım, aydınlık
Yalansız, dolansız
Salt dostluk, kardeşlik ocağı olan
Açgözlü zorbalardan başka
Herkesin gireceği
Kinlerden ve düşmanlıktan uzak
Kirsiz ve kansız”

Umut, ekmeğiydi onun;

“Kuşan kalemini ey bilge
Dağıt şu belirsizliği, karanlığı” der.

Yaşamın engellerle dolu olduğunu bilir ve şöyle der bir şiirinde;

“Sert kayalara
Serilmiş bir halıdır yaşam”

Sevginin azalması üzerdi onu,

“Bak esenlik kuruyor dalında
Açılmıyor yüreklerin kapıları” 

Yurdunu çok severdi. Mesela Yurdum Benim şiirini;

“Tek varlıksın gönüllere taht kuran
Değişmem dünyalara seni
Sana gider yiğitlik
Ve özgürlükte her yol
Dolduramaz hiçbir güzellik
Düşlere sığmayan yerini” dizeleriyle bitiriyordu. 

Mehmet Aydın, benliğimizde bir karmaşa yaratan ve onu alt üst eden şeyler söyledi bizlere ve düşünmeye sevk etti sürekli bizleri. İyi ki yaşamışsın, iyi ki seni tanıma mutluluğuna sahip olmuşum. Işıklar içinde ol…

Arzu KÖK

7 Kasım 2015 Cumartesi

M. Kemal Yılmaz - Arzu Kök

M. Kemal Yılmaz

“Ölüp de ne olacak sanki…
Marifet mi seninki
Babamda yaptı o işi
………………….
Nereden aklına esti bu iş?
Ne vardı ölecek,
İyi kötü yaşayıp dururken…”

M. Kemal Yılmaz, ‘Marifet’ şiirinde Celal Vardar’ın ardından yazdığı bir şiirde böyle diyordu gidenin arkasından. Şimdi bizde kendi şiirinden birkaç dizeyle aynı şeyi söylüyoruz ardından. 10 Mart 2013 günü kaybettik onu. O bir öğretmen, o bir siyasetçi, o bir şair, yazar, o bir… Yaptıklarını anlatmaya, meziyetlerini saymaya yetmez belki de sayfalar. O nedenle anlatmayacağım yaşam serüvenini. Yetineceğim sadece yazma serüvenini anlatmaya gücüm yettiğince.
 Yazmaya başlama sürecini şöyle anlatır; “ Umurlu’lu Türkçe öğretmeni ve öykü yazarı Mahmut Özay dayımdır benim. O aldı beni kanadının altına. Ortaokulun birinci ve ikinci sınıflarını Siirt Ortaokulu’nda onun yanında okudum. Şiir zevkini o verdi bana. O zamanlar, Türkçe öğretmenleri güzel şiirleri öğrencilerine ezberletirdi. Her öğrencinin sevdiği şiirlerini yazdığı, güzel kağıtlı, kaplı, kilitli bir şiir defteri olurdu. İlk şiir denememe 1934 yılında Siirt’te başladım. Okulda şapoğrafla baskı yaptığımız tek gazetemizde yayınlandı o yıllar. 1940’lı yıllarda Aydın’da yayınlanan Kültür Dergisinde yayınlandı şiirlerim.” 

Daha sonra şiirlerini farklı yerlere gönderme konusunda güven gelir kendisine ve Ankara Halkevi dergisi Ülkü’ye gönderir şiirlerini. O yıllarda dergiyi çıkaran Ahmet Kutsi Tecer destek verir kendisine ve devam eder şiir yazmaya. “Yayınlanan iki şiirim için tanesi 5 liradan 10 lira yazı hakkı ödendi bana. Şiir para ediyordu o zamanlar.” diyordu. Daha sonraları şiirin maddi anlamda değerini yitirdiğini de gördü ama vazgeçmedi yazmaktan. Şiir bir tutkuydu onun için. “Şiir vefalı dosttur. İnsanı yalnız bırakmaz. Şiir, tattır, güzel kokudur, çiçektir. “ der arkasından eklerdi; “ Çiçekler solar, şiir solmaz, dipdiri kalır, kitaplarda, gönüllerde yaşar. Baldan daha tatlıdır o. Gel deyince koşar gelir, git deyince büküp boynunu çekip gider. Su istemez, ekmek istemez, emre hazır, bekler kapınızda.”

‘Denizin Getirdiği Ölü Asker’ isimli şiir kitabının başına, Fransız şairlerden Blaise Cendrars’ın tek dizelik bir şiirini koyar; “Niçin yazıyorum? Çünkü…” Fransız şair soruyu sormuş, cevap verecekmiş gibi söze girmiş ve bırakmıştır gerisini. M. Kemal Yılmaz ise kendince veriyordu bu cevabı, “Kocamamak için yazıyorum”  diyordu. Evet 92 yaşında kaybettik ama hiç kocamadı o, beyni dipdiriydi. 

M. Kemal Yılmaz’ın şiirlerinde öne çıkan, titreşen duygu insan sevgisidir. Siz bakmayın;
“İnsanları sevecekmişim!
Ama kimi? Hangisini?
Yoksa hepsini mi?
Hadi canım sende!
Sevecek şey mi kalmadı yeryüzünde!
Kimi seveceğim kimi?
Öldüreni mi? Öleni mi?
Nasıl sevebilirim insanımı ezeni
Hazır yiyiciyi, aylak gezeni?” dediğine. Dikkatli okursanız göreceksiniz oradaki sevginin büyüklüğünü. Sevmeye değer mi diye sorarken bile insanların mutluluğu için, gelecek güzel günler için bir serzeniştir bu dizeler. “Böyle mi olmalıydı?” diye sormaktadır aslında. 

Bu toprakların bir parçası olduğunu unutmuyor asla. Kara gözlü zeytin ağaçları, dedeler, nineler, çocuklar içine öylesine işlemiş ki; tarla dikenleri çocuk ayaklarına öylesine derinden batmış ki; kömürü, tütünü, inciri öyle sinmiş ki içine; ruhunda derelerin, pınarların şırıltısı öyle bir yerleşmiş ki Notre- Dame kilisesinin kocaman çanları bile susturamamış onları.

“Tozlu yollarında çoktandır
Yalınayak yürümediğim;
Ayağıma diken battı
‘Oy anam oy’ diyemediğim,
Mısır ekmeğini buğdayla ödeyemediğim
Vatanım” demekten alıkoyamamıştır hiçbir şey onu. Vatanı her şeyidir onun. Bu toprağın insanlarının başına gelenler hemen yankısını buluverirdi şiirlerinde.

Kömür ocaklarında hayatını kaybeden bir genç ile birliktedir toprağın altında. Duyurmaya çalışır oradan bizlere sesini;

“Hem üstümde kapandı, hem yanımda
Zindan kapıları, ağır
Yer altından bir yol gider incecik düşüme yabancı ülkelere
Yürekten yüreğe nasıl olsa sızar sevgi
Hele yukarıda bahar gelsin”

Kendisi okuyamamış, ama oğlunun okumasını, adam olması için yanıp tutuşan yoksul, köylü bir babanın ağzından, içtenlik dolu bir yakarış misali;

“Sarı inek bölünmez ki dörde
El kadarcık kıraç tarla
Derman mı olur derde
Bizim oğlan okusun”

‘Yağmur Duası’ şiirinde susuzluktan kavrulan otlar, ağaçlar, hayvanlar ve Anadolu köylüleri ağzından Tanrı’ya öyle bir yakarışı vardır ki kimse kayıtsız kalamaz bu yakarışa. Ne Tanrı, ne doğa ilgisiz kalabilir bu yakarışa;

“Ağlıyor ineklerimiz
Ağlıyor bebelerimiz
Kurudu gözyaşları çayların
Kurudu okulun yolu
Ağlıyor kocamış Anadolu.
Aç sevişilmez
Boğuşulmaz aç;
Boynu bükük,
Sana ellerimizden daha yakın şu ağaç”

1999 yılında 30.000’e yakın insanımızın ölümüyle sonuçlanan Marmara Depreminin ardından kaleme aldığı ‘Ağıt’ hala dağlamaktadır yüreğimizi;

”Yeni doğmuş kimi,
Kimi yedisinde, kimi otuzunda, kırkında,
Yetmişinde olan da var.
Kiminin tutulmuş dili, kiminin kopmuş küçücük eli
Acıman yokmu senin kudurmuş canavar…
Bre sarhoş dünya, bre deli toprak…
Dökülüyor kasırgada yaprak yaprak,
Devrilmiş ulu çınar
Gövde kırık, dal kırık,
Yürek kırık, umut kırık, bacak kırık, kol kırık”

Yaşantıya yönelir M. Kemal Yılmaz’ın şiirleri yukarıda da gördüğünüz gibi. Kendisini odak noktası yaparak; bir babanın feryadını dillendirir, eğitimci olarak köy çocuklarını ele alırken ayaklarını, ellerini ısıtmak ister. Çöp tenekelerinden ekmek toplayan çocukları kendi sofrasına çağırır. Kol emekçisine üretim kaynağı olan toprak ve suyu baş tacı yapar. Kadını işlerken dizelerinde kadının eğitici, ana, sevgili yanlarını alır ele. Ülkemizde sık sık yaşanan deprem, sel ve yangınlardan yakınır. Yüreğinde büyük bir ATATÜRK sevgisi yatar. Atatürk’ün ve Türkçe’nin ödünsüz savunucusu niteliğine sahiptir. 

Ege’nin Zeybek yürekli şairi ayrıldı aramızdan. “İki günü müsavi olanın ziyanda olduğu” düşüncesine sahipti ve öyle yaşadı. Ziyan etmedi tek gününü. Dolu dolu bir yaşam ve güzel şiirler, makaleler, kitaplar bıraktı bizlere. 

“Bir sıcak,
Bir dost,
Bir ana
Sarıversin beni ölüm” diyordu bir şiirinde. Öyle de yaptı ölüm, sarıverdi onu bir ana, bir dost sıcaklığıyla. Işıklar içinde ol M. Kemal Yılmaz, ama yinede diyoruz ki;

“Ölüp de ne olacak sanki…
Marifet mi seninki”

Arzu Kök

5 Kasım 2015 Perşembe

Orada Bir Köy Var Uzakta - Arzu Kök

Orada Bir Köy Var Uzakta…

Bizim Köy, Mahmut Makal’ın Köyü. Senin köyün, benim köyüm, köyümüz. Köylerimiz. İşte onları, o köylerin insanlarını, yaşam şartlarını yazdı. Hiçbir şey katmadı yazarken. Bir fotoğraf kamerası gibi, gördüğü gibi aktardı her şeyi. 

 Görmesini bilmeyen gözlere soktu yaşanılan gerçekleri, gerçeklikleri. İşte bu yüzden tutuklandı, hücuma uğradı, oradan oraya sürüldü. Fakat ona bu eziyetleri reva görenler çok haksızdılar. Çünkü herkesin bildiği bir gerçek vardır ki yaraların tedavi edilebilmesi için önce açılması gerekir. Bu işi ya hekim yapar ya da hastanın kendisi. Mahmut Makal bir hekim değildi ama o hastalardan biriydi. O, köyün bilinmeyen sefaletini ve unutulmuşluğunu yaşayanlardan biriydi. Belki de bu yüzden çok güzel açıldı bu yara. Her ne kadar yara korkutsa da bazılarını. Hatta Nihat Erim sonunda “Biz Türkiye gerçeklerini Mahmut Makal’dan öğrendik”  demek durumunda  kalmıştır. Neler mi anlattı  Mahmut Makal’da bu kadar tepkilere, işkencelere ve bir o kadar da takdir ve teşekküre maruz kaldı?  Bizim Köy’de:

“Anlatılan köy kapalı bir çevredir. Özellikle kadınlar, çocuklar, askerlik çağı öncesindeki gençler kente ve uygar dünyadaki yeme içmeye, giyim kuşama, araç gerece olabildiğine yabancıdır. Günlük yaşam yoksullukla doludur. Giyinip kuşanmadan tutun da, temizliğe, ısınmaya dek her şey problemdir.

Köydeki evler sağlık koşullarına aykırı, rahat yaşama elverişsiz, düzensiz, derme çatma, dayanıksız yapılardır. Isınmak için tandır kullanılır. Yakacak ise kurutulmuş hayvan pisliği olan tezeklerdir.

Aydınlanma güneş ışığıyla olur. Güneş battıktan sonra yaşam durur. Gaz bulunamadığı için lambadan da yararlanılamaz. Giyim-kuşam derin bir yoksulluğu yansıtır. Beslenme gereksinimi ancak sınırlı bir şekilde karşılanabilir. İçme suyu kıttır, kullanılan su genellikle sağlık koşullarına aykırıdır. 

Evlilik, ekonomi bakımından çok güç koşullar içinde gerçekleşmektedir. Kadınların yaşamı olağanüstü güçlüklerle doludur. Üretime katılmayan yaşlılar geçim sıkıntıları içindedir. Yalnızlık çeker, itilip kakılırlar. Sağlık sorunları artmıştır, ancak son günlerini bakımdan uzak yaşarlar. 

Çocuk gereken bakımı görmez, elverişsiz koşullarda yetişir. Neredeyse tüm çocuklar küçük yaşlardan itibaren çalışmak zorunda kalır. Yetim, öksüz kalanlar, tümüyle güçlük içinde büyür. Mirasın paylaşılmasında kadınlar ve çocuklar türlü haksızlıklara uğrar. Yurttaşlık Yasasının yerine gelenek görenek geçerlidir. Bu uygulamalarda hak hukuk önemli değildir.

Bilgisizlik nedeniyle ekonomik güçlükler de, sağlık sorunları da derinleşmiştir. Temizlik gerekleri yerine getirilmez. Hastalıklara karşı korunma sağlanamaz. Çocuk ölümleri yüksektir. Doktora ve hastaneye ulaşmak çok güçtür.

Yoksulluk, eğitimsizlik, insan ilişkilerini derinden etkilemiştir. Köyde kavga gürültü eksik olmaz.

Temel gelir kaynağı tarım olduğu halde tümüyle topraksız olanlar ya da az topraklı aileler çoğunluktadır. Aileler, hatta köyler arasında toprak anlaşmazlıkları sık sık patlak verir. Hatta kimi zaman bu çatışmalar ciddi boyutlara ulaşır. Verimsiz, kıraç topraklar geçimi güçleştirir. Büyük toprak sahipleri ise köylünün elindeki toprağa göz dikmiş durumdadır.

Tarımda verimliliği sağlayacak olanaklardan yoksundurlar. Elverişli tohum bulmak güçtür. Zararlılarla mücadele edilmez. Kuraklık ve aşırı yağış üretime darbe vurur. Tarım donanımı yetersizdir. Hayvanlar hastalıktan kırılır. Başkasının yanında boğaz tokluğuna, her türlü güvenceden yoksun çalışmak zorunda kalanlar çoğunluktadır. Borç ve faiz köylünün belini bükmüştür. 

Bilgi eksikliği türlü sıkıntıların, hastalıkların, elverişsiz hava koşullarının gerçek nedenlerle kavranmasını önler. Sorunlar, Tanrı’nın buyruklarına uyulmadığı için başa gelen birer ceza olarak algılanır. Okuma üflemeden, büyüden medet umulur. Din, yaşamın tüm alanlarını derinden etkiler. Bu dünyanın yerine öteki dünyaya bağlanmak gerektiği ileri sürülür. Dinin dışındaki alan hor görülerek yaşam tümüyle din ölçütünde değerlendirilir. Din inançlarını sömüren, geniş bir baskı çevresi oluşmuştur. 

Bilim ve laik dünya görüşüne dayanan eğitimin yerini din eğitiminin alması istenmektedir. Din sömürücülüğüne karşı direnen öğretmen, sürdürdüğü savaşımında yalnızlığa, umursuzluğa sürüklenmiştir. Köy çocuklarının eğitim görmesi ise oldukça zordur. Neyse ki o dönemde Köy Enstitüleri vardır.”

İşte bunları anlatmıştı Mahmut Makal. Yaptığı sadece köy gerçeklerini tüm açıklığıyla anlatmaktı. Çünkü o da dünyanın ve insanların unuttuğu o köylerden birinde genç bir öğretmendi. Yaşadıklarını yazdı, Varlık dergisine gönderilmek üzere postaya verdi. Varlık Dergisinde yayınlandı önce parçalar halinde Bizim Köy, sonra kitaplaştırıldı. Yer yerinden oynadı birden kitapla birlikte. Halk Partisi ile Demokrat Parti birbirine girdi. Parti yöneticileri birbirlerini çok ağır sözlerle suçladılar. Ama her zaman olduğu gibi okkanın altına giden genç öğretmen Mahmut Makal oldu. Tutuklandı ve sonra da sürgünlerden, işten çıkarmalardan, irili ufaklı cezalardan bir türlü kurtulamadı.

Halk Partisinin bastırması, uluslar arası çevrelerin yakın ilgisi nedeniyle, önce tutuklanmasına karar verilen Makal hakkındaki hüküm daha sonra değişti. Onda bir “şahsiyet bozukluğu” olduğuna karar verildi ve Makal’ın “doğuştan gelen aşırı kötümser bir karaktere sahip olduğu” söylenerek salıverildi. Uluslar arası tepkilerden korkuyordu hükümet ve bununla da yetinmedi. O dönemde Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar, Makal’ı Cumhurbaşkanlığı Köşküne resmen davet etti. Orada baş başa görüştüler, ama ayrıntılar, neler konuşulduğu hâlâ bir sırdır. 

Bu sıralar Paris’te öğrenci olarak bulunmakta olan Dışişleri eski Bakanı Turan Güneş, bir akşam arkadaşıyla yemek yerken, Mahmut Makal’dan söz eder ve yan masada bulunan ünlü ressam ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu, Güneş’in Makal’ı küçümsediğini zannederek hemen oracıkta o ünlü;
“Herifçioğlu Sen Mişel’de koyvermiş sakalı
Neylesin bizim köyü, nitsin Mahmut Makal’ı
Esmeri, sarışını, kumralı, kuzgunî karası
Cebinde dört dilberin telefon numarası
Bir elinde telefon, bir elinde kesesi
Uyy!.. yesun oni nenesi
Yesun oni nenesi. “ şiirini yazar.

Tutuklanmaktan kurtulmuştur ama o çok sevdiği öğretmenliği yapmaması için de yıldırma çalışmaları başlamıştır. Hatta bazen bir ay içerisinde birbirinden uzak üç ayrı köye sürgün edildi. Asılsız ve sudan sebeplerle, maaş kesintisi, ders verilmeme gibi disiplin cezalarına çarptırıldı. Kiralık ev bulamaması için ev sahiplerine baskı dahi yapıldı. Sonuna kadar direndi. Ama daha sonra Ankara Gazi Enstitüsü’ne girdi. Avrupa Sosyoloji Merkezi’nde araştırma yapma için Fransa’ya gitti. 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nden milletvekili adayı oldu, kazanamadı. Yeniden eğitime döndü. Çeşitli illerde ilköğretim müfettişliği yaptı. 1971’de İstanbul Sağır ve Dilsizler Okulu’nda Türkçe Öğretmenliği yaptı ve sonrasında çok sevdiği öğretmenlikten ayrıldı. 1972 yılında Venedik Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. Yurda döndü, Ankara’ya yerleşti. 

Yaşadığı onca acıya ve sıkıntıya rağmen yazmaktan asla vazgeçmedi. Her fırsatta Jean Paul Sartre’nin ünlü “Aç bir dünyada edebiyatın işi nedir, yazar herkese seslenmek, herkesçe okunmak istiyorsa, açlıktan ölen milyonlardan yana olmalıdır, bunu yapmadıkça, mutlu bir azınlık hizmetindedir ve onun gibi sömürücüdür” sözünü tekrar ediyordu. Bizim Köy kitabı UNESCO tarafından hem de iki kez “Dünya Kültürüne Hizmet Ödülü” ile ödüllendirildi. Aynı kurul Makal’ı aynı zamanda “Dünya Gençliğine Örnek İnsan” olarak seçiyordu. 

1943 yılının Mart ayında henüz yapım aşamasında bulunan ama bir yandan da derslerin devam ettiği İvriz Köy Enstitüsü’ne gelen ünlü eğitimci İsmail Hakkı Tonguç bir öğrenciyle konuşmak istemiş. Ancak genç heyecandan konuşamamış bir türlü. Bunun üzerine Tonguç; “ bunlar yedi yüz yıldır konuşturulmuyorlar, ama bir gün bir konuşacaklar ki…” der. İşte o gün konuşamayan genç Mahmut Makal’dır ve Tonguç’un dediği gibi bir konuşmuş, pir konuşmuştur.

Mahmut Makal; şair ve filozof ruhlu, duygulu bir yazar. Güçlü, açık, keskin bir deyişle yazıyor eserlerini. Ama bu deyiş, öyle bir deyiş ki, gerçek yazarların kimliğini ortaya koyan, sözlerde anlatılmaz bir büyü hissettiren, kekre bir şiir havası veriyor yazdıklarına… Mahmur Makal bu ülkenin en önemli değerlerinden birisidir. Böylesi güzel yazan bir yazarı, öğretmeni tanımanın, öğrencisi olmanın mutluluğunu yaşıyorum. İyi ki varsın Mahmut hocam…

Son olarak Orhan Kemal’den küçük bir anı aktarmak istiyorum;

“Mahmut Makal’ın kitabını; bir hamlede yer, yutar gibi okuduktan sonra, elimde olmayarak ‘Yaşa aslan!’ diye haykırdığım zaman, saat gecenin üçüne çeyrek vardı.

Onu hiç tanımıyorum. Hiçbir yerde görmüşlüğüm falan da yok tabii… Gecenin üçünde beni heyecanlandıran bu delikanlıyı, alnından öpmek için önüne geçilmez bir istek duymuş, buna, imkân olmayınca da kaleme kağıda sarılmış, Bizim Köy hakkında bir methiye döktürmüştüm.

Ne zaman uykuya geçtim bilmem. Sabahleyin çok erkenden uyandığım zaman, akşamki heyecanı yeniden yaşadım ve karıma;
‘Bu kitabı bugün oku!’ dedim. ‘Derhal oku… Senden yemek falan istemiyorum. Öğleye kadar oku, üzerinde konuşalım!’
Öğle oldu, eve geldim.
‘Nasıl?’ dedim karıma, ‘Okudun mu?’
‘Okudum…’
‘Nasıl buldun?’
Beni gözden geçirdi.
‘Çok güzel, amma…’
‘Eeee… Amması ne?’
‘Ah şey olsaydı…’
‘Ne?’
‘Bir noksanlık var bunda… Sen daha iyi anlarsın ya…’
‘Ne?’
‘Şey canım işte… Bu işlerin, yani köy ve köylü meselesinin kökünden halli için…’
‘Anlıyorum, köy ve köylüyü kurtarmak için nasıl bir yol takip edilmesi lazım geldiği…1
‘Tamam… Yoksa, mesele aynı gerilik, yalnız Mahmut Makal’ın ve Mahmut Makal’ların köyünde mi? Bizim şehirde burnumuzun dibinde yok mu? Pencereden bak… Sadece teşhirle bitmiyor iş…’
‘O tarafını da başka Mahmut Makal’lar dünsün karıcığım’ dedim. ‘Temenni edelim şehirli bir Mahmut Makal çıksın da –Bizim Şehir- diye bir kitapla; beton, çelik, elektrik, otomobil, radyonun yanı başındaki uçurumdan bahsetsin…’
Bu konuşmanın  üzerine methiyemi yırttım. Çünkü Mahmut Makal, asıl methiyelere layıl eserlerini daha sonra verecek, yahut Mahmut Makal’lar…” (Yaprak; Sayı22, 15 Mart 1950)


Arzu Kök

4 Kasım 2015 Çarşamba

Aşık Veysel - Arzu Kök

Aşık Veysel

Küçük bir çocuk evinin bahçesinde kendince ürettiği bir oyun oynamaktadır. Oynadığı oyunun adı ‘Güneş Işınlarını Tutmaca’. Büyük bir heyecan ve ciddiyetle tutmaya çalışmaktadır güneş ışınlarını. Babası az ilerde kerevete oturmuş onu izlemektedir. Seslenir küçük oğluna; “Hadi oğlum tut güneş ışınlarını ve getir bana” diye. Heyecanlanır çocuk. Hemen bir iki güneş ışığı yakalar ve babasına koşar, açar ellerini sunmak için babasına ama bir de ne görsün, yakaladığı ışınlar yok olmuştur. Şaşırır, tekrar tekrar dener ama hep aynı hezimet. Bu çocuk Aşık Veysel’dir. O gün babası için hiç güneş ışığı tutamamıştır, ellerine alamamıştır o ışınları. Ancak Aşık Veysel aslında o güneş ışınlarını toplamıştır, ama elleriyle değil, beyniyle. Zira 1973 yılının 21 Mart günü kendini kaybedene kadar da kafasında, yüreğinde kalmıştır hep o ışık. O ışık yazdırmıştır o güzel şiirleri ona.

1973 yılında yitirdiğimiz Aşık Veysel için çok şeyler yazıldı, çok şeyler söylendi. Hala da söylenmeye devam etmektedir. Aşık Veysel’i anlatmak kolay değildir. Kimi sadece Aşık Veysel anılarını yazdı, kimi Aşık Veysel’i ve yaşamını anlatırken 40 yaşından sonrasını ele aldı, sanki Aşık Veysel öncesinde hiç yaşamamış gibi, kimi sadece şiirlerini ve onların altındaki felsefeyi çözmeye, yazmaya çalıştı. Hepsi de kendince haklıydı belki de, çünkü Aşık Veysel’i anlatmak kolay değildi. Onun derinliğine inmek, sahip olduğu felsefeyi anlamak kolay değildi ama büyüktü işte Aşık Veysel ve bir yerinden anlatılmalıydı mantığı vardı. Anlattılar da. 

Aşık Veysel’i ilk kez Türkiye kamuoyuna tanıtan Ahmet Kutsi Tecer; “Veysel Şatıroğlu’nda Aşık Veysel bitiyor. Tanzimat’tan gelenlerle onun farkı gelenekten geldiği için bir ses farkıdır. Onun teli bize göre bağlanmıştır. Tanzimatın sesi taklit bir bağlamadır. Evvelkisine düzen, ikincisine akort dediğimiz…” söyleriyle anlatıyor onu.  Sabahattin Eyüboğlu; “Halk şiir geleneği içinde Veysel uzaktan bir birine benzeyen köyler içinde bir köydür. Hep aynı saz, aynı söz deyip geçebilirsiniz. İnsanlığından ayrılmayan şiiri halkından, toprağından da ayrılmaz.” demektedir Veysel için.  Yaşar Kemal; “Eğer Veysel bugünün şairi olsaydı, onun şiiri de bugün halkın içinden çıkan şairlerin şiiri gibi olurdu. Veysel’i iyi okuyanlar, onun inceden de olsa, köylü yanını kırarak bir başkaldırma şairi olduğunu göreceklerdir ve ‘Dağlar çiçek açar/ Veysel dert açar’ ın tadına varacaklardır” der. 

Aşık Veysel hakkında söylenen sözler genel anlamıyla övgü doludur. Ancak eleştirenler de yok değildir. Türkçüler, ‘Veysel neden bizim gibi düşünmedi?’, dinciler, ‘Neden dini şiirler yazmadı?’, Marksistler, ‘Neden düzene başkaldırmadı?’ diyerek eleştirdiler Aşık Veysel’i. Ama ne kadar eleştirseler de “Yiğidi öldür, hakkını yeme” sözü gereği saygı ile eğilmeyi bildiler önünde. 

41 yıl oldu Aşık Veysel aramızdan ayrılalı, ama bugüne kadar ona hak ettiği değeri veremedik ulus olarak. Sadece herkes işine geldiği gibi kullandı onu, siyasiler ağzına sakız yaptı, araştırmadan yazılıp çizildi pek çok şey. Oysa siyaset üstüydü Aşık Veysel, insan sevgisi, doğa sevgisi üstündeydi her şeyin. Görmeyen gözleri, her şeyi tüm aydınlığıyla gören yüreği vardı. 

Günümüzde ülkemizde 166 tane üniversite bulunmaktadır. Ancak bu üniversitelerin hiçbirinde Aşık Veysel ile ilgili bir kürsü bulunmamaktadır. Oysa Kanada’da, Japonya’da, üniversitelerinde, mızrabın saza vuruşundan onlarca tez hazırlanıyor ve birer kürsü oluşturuluyor. Ülkemizde ise yok maalesef. Zülfü Livaneli bir makalesinde şöyle diyordu; “Eğer Aşık Veysel’in değerini anlayacak kök kültüre sahip değilseniz, Mozart’ı iyi yorumlamanız olanaksız.” 

Aşık Veysel, Türkçe’nin kalıplarını en yalın, en anlaşılır kültür ve bilgi birikimiyle kullanan bir ozandır ve onun gibisi bugün bile yok gibidir. Onun gibi bu koskocaman topluma kendisini kabul ettirebilecek bir ozan yetişebilecek midir acaba ülkemizde? Eğer Aşık Veysel doğru anlatılmazsa, üniversiteler birer Aşık Veysel kürsüsü kurup derinlemesine inceleyip, gelecek kuşaklara doğru aktarmazsa zor olacak bazı şeyler. Eksik bilgilerle, yanlış öğreneceğiz onu. İzin verilmemelidir buna. Bu anlamda üniversiteler bu işe el koymalıdır. Hükümet Aşık Veysel’in doğru anlatılmasına vesile olmalıdır. Örneğin geçen yıllarda bir yıl Mevlana Yılı ilan edilmiş ve her yönüyle anlatılmıştı. Peki neden, bir yılı Yunus Emre yılı, bir yılı Aşık Veysel yılı ilan edemiyoruz? Neden öz değerlerimize sahip çıkmıyoruz?

Aşık Veysel ozanlık geleneğinin en güçlü temsilcisidir. Ama hala onun hakkında bilmediğimiz o kadar şey var ki. Tüm üniversitelerimizi ve Kültür Bakanlığı’nı bu anlamda çalışmaya davet ediyorum. Bu büyük ustanın ölümünün 41. yılı, adına açılacak kürsülere ve kültürel çalışmalara vesile olur umarım. 

Işıklar içinde kal Aşık Veysel. Her ne kadar değerini bilme yoksunu olsak da iyi ki bizim topraklarımızda yaşamış, dilimizde eserler vermiş... 

Arzu Kök




Cahit Sıtkı Tarancı - Arzu Kök

Cahit Sıtkı Tarancı


Cahit Sıtkı Tarancı 4 Ekim 1910'da Diyarbakır’da doğdu. 13 Ekim 1956'da, 46 yaşında, zatülcenp hastalığından, orada hastanede öldü. Cenazesi 26 Ekim tarihinde Ankara'da toprağa verildi. 

Ona göre şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. Şiirde ses, anlam ve biçim bütünlüğü arar. Vezin ve kafiyeden kopmamış; ama ölçülü veya serbest, her türlü şiirin güzel olabileceği inancını taşımıştır. Açık ve sade bir üslubu vardır. Çoğu gerçeğe bağlı olan mecazları, derin, karışık ve şaşırtıcı değildir. Uzak çağrışımlara ve hayal oyunlarına pek itibar etmemiştir. Zaman zaman bazı imaj ve sembollere başvurmuştur. Şiirlerinde en çok yaşama sevinci ve ölüm temalarına yer vermiş, ama hep ölümün üstüne gitmiştir. Ayrıca yitik aşklar, mutlu sevdalar, yalnızlık,kaçış, yaşadığı bohem hayatın buruklukları, çocukluk özlemi de şiirlerine konu olmuştur. "Sanat için sanat" ilkesine bağlı kalmıştır. 

Mustafa Baydar’ın Varlık Yayınlarından çıkan Edebiyatçılarımız Konuşuyor eserinde Cahit Sıtkı Tarancı şunları söylüyordu:

“Nasıl yazdığımı ben de açıkça bilmiyorum, dersem şaşmayınız. Yemek yerken veya yolda giderken bir mısra geliverir, galiba Valery’nin yukarıdan inen mısraı gibi bir şey. Bakarsınız, o zamana kadar karanlık gördüğünüz bir dünya birdenbire aydınlanıvermiş. Artık o mısra kılavuzunuz olur, yazacağınız şiiri, mevzuunu, şeklini, boyunu posunu, hepsini o tayin eder. Ve o şiir bitinceye kadar siz işgal altında bir memleket gibisinizdir. Dairede çalışmanızı, yemeğinizi, gezmenizi, uykunuzu ona tahsis edersiniz. Şiir bitmeden kurtulamazsınız. Bu arada kalbinizin, sinirlerinizin, kafanızın, hatta kollarınızın ve ayaklarınızın akıl sır ermez bir işbirliği ile çalıştığını görürsünüz. Gerçekten güzel şiirlerdeki hayatiyet belki de buradan geliyor. Şiirle hayat arasındaki bu sıkı münasebete inandığım içindir ki, şiiri hiçbir zaman bir fikrin ispatı, bir davanın müdafaası, bir felsefe sisteminin takdimi olarak telakki etmedim. Şiirin bünyesinin gerektirdiği bu bağımsızlık, şiirlerin hürriyet aşkıyla da izah edilebilir. Bunun için, baskı rejimlerinde ilk isyan bayrağını açanların daima şairler olduğuna şaşmamak, buna sevinmek gerekir.”

Yaş Otuzbeş, Haydi Abbas, Memleket İsterim…vb.. şiirleri herkesin ezberinde olan usta şairimizi rahmetle anıyoruz. Sizlerle Memleket isterim şiirini paylaşmak istiyorum…

Memleket İsterim

Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun

Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun
Kardeş kavgasına nihayet olsun

Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun
Kış günü herkesin evi barkı olsun.

Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun
Olursa bir şikayet ölümden olsun
                         
                            


Arzu Kök

Mehmet AYDIN İle Söyleşi - Arzu Kök

Mehmet AYDIN İle Söyleşi

Türk Edebiyatı’nda son nefesine kadar yazmayı devam ettirmiş şairlerimiz vardır. Böyle söyleyince ilk anda akla Fazıl Hüsnü Dağlarca, İlhan Berk, Melih Cevdet Anday gibi şiir ustaları gelir ve yalnız bu unvan onlara aitmiş gibi düşünülür. Oysa onlarla sınırlı değildir şiir emekçileri, Türkçe tutkunları. İşte Mehmet AYDIN bunlardan biridir. 

Cumhuriyet ile yaşıt Mehmet AYDIN. Bugüne kadar da Cumhuriyet kuşağının coşkusunu içinde taşıyor. Kendisi kadar şiiri de gerçek birer cumhuriyetli. Mehmet AYDIN yaz kış meyve veren bir ağaç gibidir. Ders kitabından, eleştiriye kadar her konuya el atmış bir yazıneridir. 

Anadolu’nun bozkırlarından sözcükler devşirip getirir dimağlarımıza. Dağ başlarında sessiz sedasız açan kırçiçekleri gibi unutulmaya yüz tutmuş sözcükleri kullanır şiirlerinde. Oldukça yalın bir anlatımı vardır. Özenle seçer sözcükleri ve gerçek anlamda mükemmel bir dil işçiliği ile kullanır. Bu anlamda Türkçe’nin yüzakıdır. Şiirlerinde söylenceler, türküler, masal ve kültürel değerlerden yararlanır. Toplumun hemen her kesimini içine alan geniş bir izlek yelpazesi ile ele alarak aktarır bizlere. 

Mehmet AYDIN, yaşamıyla, yapıtlarıyla örnek bir eğitimci ve mücadele adamı olarak çıkar karşımıza. “Kalemiyle köprü kurabilmeyi” beceren usta kalemlerimizdendir kendisi. Biz de bu usta kalemle edebiyat, şiirimiz, Türkçemiz üzerine bir söyleşi yaptık. 

Arzu Kök: Sevgili Öğretmenim, şiire saygıdan mıdır bilmiyorum ama, “Şiir tanımlanamaz” diye bir anlayış var günümüzde. Şiir nedir sizce? Şiirde aradıklarınız nelerdir?

Mehmet Aydın: Şiir, bir konuyu, sorunu ya da gerçeği ele alıp, onu dilden yeni bir dil yaratarak ona hayat katma işlevidir. Gerçek şiir doğal dilin yapısını ve mantığını aşar. Bambaşka bir boyut kazandırır ona. Şiir duyguların ürünüdür. Duyguları yoğunlaştırarak yansıtıp, insanları etkileme sanatıdır. Ussal ve sessel bir coşkudur. Sözcük, imge ve duyarlılığın estetik olarak biçimlendirilmesi olgusudur.

Benim şiirim genelde bir anlam şiiridir. Şiirlerimde biçim ve anlam bütünlüğünü sağlamak isterim. Evrensel ilişkilerin bilimi olan diyalektizmi göz önünde tutarak yazarım şiirlerimi. Dil, anlatım yoğunluğu ve estetik kurgu ile sağlanan şiir sesi ve şiir gerçekliğine ağırlık veririm. Dünya görüşü ve evrenselliği dikkate alırım, asla ben-merkezci şiir yazmadım.

Aşırılığa kaçan üst-dilli(soyutlamalı) ve salt dile dayalı öte-dilli şiiri yumuşatmaya çalışırım. Şiirde sözcüklerin ve dizelerin bağıntılı olmasını isterim. Şiirde kapalılığı özün yoğunluğu olarak kabul ederim. İnsanı ve insanları sürekli geleceğe taşımanın gerekliliğine inanırım. Bence şiir böyle olduğunda anlam kazanır. 

Arzu Kök: Peki öğretmenim şiirde bunlar olmalı da neler olmamalı? Nelere karşısınız?

Mehmet Aydın: Şiir bir dizeye bağlı olmamalı ya da dizeler birbirinden bağımsız olmamalıdır şiirde. Aşırı derecede imge, simge kullanılarak oluşturulan boyalı şiirleri sevmiyorum. Özü tamamıyla dışlayan, sadece yapıya ağırlık veren sentetik şiirlere de karşıyım. Şiirde tonlama, vurgu, söz bağıntıları, iç uyak ve çağrışımlar yoksa o sesten yoksun şiirdir. Bir tarafa sığınan (mistisizme, dinciliğe, ideoloji sekreterliğine) şiirler verimli olmazlar. Liberalizm ve kitap rantı uğruna Türkçeyi zedeleyen şiire karşıyım. 

Arzu Kök: Sizin için “İmgeyi en güzel kullanan şairlerden biri” diyorlar. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Sizce imge nedir ve ne oranda kullanılmalıdır?

Mehmet Aydın: Hayır imgeyi değil Türkçeyi en güzel kullanan şair derler bana. Çünkü bence imgeyi en güzel kullanan şair İlhan Berk’tir. Ancak ben imgesiz şiir düşünemiyorum. Ancak imgenin tutsağı olmamak gerektiğine de inanıyorum. Eti ve kanı olmayan yapıntı şiirle ilgim olmaz benim. Estetiği zedelemeden sözün düşünceyle kesinlikle bağdaşmasını isterim. Yalınlık ve halkçı öz yanında, bütüncül ve kompozisyon şiire, şiirsel anlatıma ağırlık vermeye çalışıyorum. Anlamlandırma ve şiirin ritim düzeyine yönelerek, yoğunlaştırılmış bir anlatım biçimi oluşturmak istiyorum. 

Arzu Kök:  Şiirlerinizde toplum, dünyanın ve ülkemizin durumu işlediğiniz konular arasındadır. Yani siz dünyanın durumunu gönül gözüyle izliyorsunuz? Sizce nereye kadar gidiyor bu dünya?

Mehmet Aydın: Günümüzde “Yeni Dünya Düzeni” isimli bir öğreti egemen. Bu düzen dünyaya ABD’nin öngördüğü ve dayattığı bir yaşam biçiminden başka bir şey değildir. Özü; devleti tümüyle küçültmeye ve liberalist bir demokrasiye dayanmaktadır. Fakat güce ve sömürüye dönüştüğünde büyük yıkımlar olacaktır. Bana göre dünyamız dengesi yitmiş bir bıçak sırtında bilinmeze doğru sürükleniyor.

Arzu Kök: Günümüzde yazıktır ki her şey eş-dost kayırmacılığı, ahbap-çavuş ilişkileri içerisinde devam edip gidiyor. Hatta ödüller bile bu yöntemle dağıtılır duruma gelmiş durumda. Ancak bu sanat ve edebiyat için hoş bir durum değil. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mehmet Aydın: Gerçekten çoğu yerde çevremizi eciş bücüş, kekeme ve cüce şiirler kaplamış bulunmakta. Bundan başka, daha şiirin kabuğunu dahi kıramamış olan kimi insanlar, şiir yarışmaları seçici kurullarında rahatça boy göstermektedirler. Yalnız yazın çevresiyle de sınırlı değil; günümüzde pek çok alanda dördüncü ve beşinci sıradaki kişiler öne çıkmış ya da çıkarılmış durumda. Tüm bunları, toplum yozlaşmasının tipik birer göstergesi olarak kabul edebiliriz. Ne var ki, ülkemizde onca has şairleri ve eleştirmenleri de yadsımamak gerektiğine inanıyorum.

Arzu Kök: Sevgili öğretmenim sizi çok yormak istemiyorum. Son olarak şiire, yazmaya yeni başlayanlara neler öneriyorsunuz?

Mehmet Aydın: Tarih, felsefe, edebiyat, psikoloji ve toplumbilim konularını içeren yapıtları; dizgeli biçimde özümseyerek okumalarını öneriyorum. Dolmadan kimse taşamaz, bu nedenledir ki önce dolmalı insan.

Arzu Kök: Verdiğiniz yanıtlar için teşekkür ediyorum. Size sağlık diliyorum.