4 Ekim 2016 Salı

Sözcükler - Arzu KÖK

Sözcükler


Jean Paul Sartre’nin bir kitabının adıdır Sözcükler. Burada çok fazla felsefi söylem içerisine girmek değildir isteğim. Sadece sözcükler söz konusu olduğunda aklıma gelen bir soru var, onu irdelemek istiyorum. ‘Kaç sözcükle düşünmeyi öğreniyoruz? ‘

 Ankara Üniversitesi’nde yabancı öğrencilere dilimizi öğretmek için kurulan ve kısa adıyla TÖMER olarak bilinen kurumun yaptığı bir araştırmayı gördüm geçenlerde. Bu araştırmaya göre: Amerikan ilköğretim okullarının ders kitaplarında kullanılan sözcük sayısı 71.681, Almanya’da 70.400, Japonya’da 44.224, İtalya’da 30.193, Suudi Arabistan’da 13.579 imiş. Türkiye’de ise bu rakam 7.260. Bu da demek oluyor ki ilköğretimi bitiren çocuk bu kadarcık sözcük hazinesiyle çıkıyor yaşam yoluna. 

“Severim sözcükleri.
tavandan düşen güvercinlerdir sözcükler.
dizlerimde oturan altı kutsal portakaldır onlar.
sözcükler ağaçlardır, yaz'ın bacakları,
ve güneş, ve onun tutkulu yüzü.”  diyor Anne Sexton bir şiirinde. Bir başka şair Roque Dalton:

“Som sözcükler istiyoruz
ki dirensin gecenin ortasına
dünyanın yeni rüzgârlarına
sözcükler doğar temellerden
sözcükler doğar bina temellerinden
kaya gibi sert
boyun eğmez sözcükler.

Sözcükler yetmez konuşmaya hazırlık için
bizim tez canlı dünyamızda
ama susuzluğun nedenlerini gösterir,
çığlık,
duyurur "Yeter!" diye açlığı
sömürünün karanlığına karışırken
öfkesinin ışığı.

Sözcükler istiyoruz uyanışın şarkısı için.”

Ne güzel anlatmış değil mi bu şiir sözcüklerin önemini? Düşünsenize bir gün, sırf kullanmadığınız için sözlüğümüzdeki bazı sözcüklerin silindiğini, yok olduğunu. Hele bir de kullandığımız sözcükler dahil pek çoğunun yaşamdaki karşılıkları silinirse ne olacak? Soru olarak duymak bile can sıkıcı iken Türkçe yazık ki böylesi bir durum ile karşı karşıya bırakılmış durumda.

Sözcüklerin yaşamımızdaki varlığı son derece önemlidir. Onlar olmadan düşünemeyiz, kendimizi ifade edemeyiz her şeyden önce. Sözcüklerin azalması yalnız düşünce özgürlüğü boyutuyla değil, buna bağlı birçok konuyla ilgili de bir yığın soru getirebilir akla. Ki düşünce özgürlüğüyle ilgili olanları en basitleri aslında. 
Sözcük hazinesi zengin olduğunda, düşünce de zenginleşecek ve düşünceyi açıklama özgürlüğü daha da çok anlam kazanacak. Elbette, düşünce özgürlüğünün sınırlanmasına karşı çıkmak gerekecek böylesi bir durumda. Ne var ki, her türlü düşüncenin serbestçe açıklanabildiği, ama açıklanan düşüncelerin ne kadar gür ve yüksek sesle ifade edilirse edilsin, içerik bakımından bütün derinlikleri anlatmaktan yoksun kaldığı ortamlarda yine de özgürlük hep sınırlı kalacaktır. Bakın yine sözcüklerin ve sözcük hazinesinin gücü çıkıyor ortaya. Ancak düşünce özgürlüğü ve bu alandaki zenginlik kapitalist düzenin en karşı çıktığı şeydir ki bu nedenle öncelikle ele geçirmek istedikleri ülkeleri dillerinden yoksun hale getirmeye çalışırlar. Ülkemize yapılmaya çalışılan da budur. 

Peki ya eğitim sistemimizdeki dil ikiliği? İnsanlarımızın bir kısmı öğretim dili zengin dillerin kullanıldığı okullarda yetişince ne oluyor? Evin içinden başlayarak sokaklara, meydanlara, kalabalıklara doğru uzanan bir sorun yok mu? Çocuk anadilini, adı üzerinde annesinden öğrenir. Yalnız okul öncesinde değil, sonraki aşamalarda da böyledir bu. Sözcük ve düşünce zenginliği ne kadar yüksek olursa olsun bir annenin bunları çocuğuna net olarak aktarabilme şansı yazık ki yoktur. Çünkü kişiliğinin oluşmaya başladığı en kritik dönemde çocuk, annenin zengin dil hazinesi ve iyi yetişmişliği ile çevrenin sınırlı dil hazinesi ve kültürsüzlüğü arasında kalmaktadır. Bu da çocuğun sağlıklı gelişimi yönünde engel oluşturmaktadır. Bir de burada annenin israf edilen birikimi de söz konusudur. 

Bunun gibi pek çok şey yazılabilir veya akla gelecektir mutlaka. Toplumun iyi yetişmiş seçkinleri ile halk yığınları arasındaki düşünce aktarımında da söz konusudur bu durum. Bu seçkinler ya toplumlarından kopup başka ufuklara yelken açıyorlar ya da kolayına kaçıp iletişimin mümkün olduğu sığ sularda yüzüp durmaktadırlar. Halk ile aralarında bir bağ asla kurulamamaktadır. Böyle olunca da sözcük hazinesi zengin bir dil yaratmak, ülkenin kültür düzeyi kadar demokrasisinin kalitesi bakımından da büyük önem kazanmaktadır.

Sözcük hazinesi zengin bir dilin yaratılması ise, dil kurumlarının, edebiyat ve sanat çevrelerinin olduğu kadar, hatta onlardan daha çok üniversitelerin işidir. Çünkü dil, ayrıntılı kavram farklılıklarıyla ve bilimsel anlatım titizliğiyle orada gelişir.

Dünyanın en güzel dillerinden ve sözcük hazinesi en zengin olanlarından biridir Türkçemiz. Bu nedenledir ki onun daha fazla yozlaştırılmasına izin verilmemelidir. Üniversiteler, dil kurumları, edebiyat ve sanat çevreleri ortak hareket etmeli ve bu gidişata bir son verilmelidir. Bizim başka dilimiz ve ülkemiz yok. Sahip çıkalım.

Arzu KÖK


Mehmet AYDIN -Arzu KÖK

Mehmet AYDIN

31 Mart 2016 günü kaybettik onu. İki ay önce de sevgili eşini kaybetmiş ve acısına dayanamamıştı belki de. Mehmet Aydın'ı kalabalık bir topluluk uğurladı. Dostları, sevenleri uğurladı onu son yolculuğuna. Oradaydık hepimiz, yanındaydık son yolculuğunda. Kiminle konuşsam; ''Beni çok severdi, ben de onu'' diyordu. 

 Ben dahi 'en çok beni severdi' diye düşünüyordum. Vardığım sonuç şu: Mehmet Aydın, iyi öğretmenliği yanında; dostlarına, çok sevildiğini hissettiren, onun için biricik olduklarına inandırmayı başaran bir sevgi adamıydı. Işılar içinde olsun...

Yazarlar, çizerler, aydınlar, okuyanlar tanır Mehmet Aydın’ı. Kimi yapıtlarından, yazılarından, kimi de şiirlerinden ve çokça aldığı ödüllerden tanır onu. Ama onu tanıyanlar dostluğunu çok sever, güler yüzüne, kişiliğine güven duyar. Zira yaşamıyla, yapıtlarıyla örnek bir eğitimci ve mücadele insanıdır o. “Kalemiyle köprü kurabilen” nadide değerlerimizdendir.

Türk Edebiyatı’nda son nefesine kadar yazmaya devam etmiş şairlerimiz vardır. İlk söylendiğinde ise akla Fazıl Hüsnü Dağlarca, İlhan Berk, Melih Cevdet Anday gibi şiir ustaları gelir ve bu unvan yalnız onlara aitmiş gibi düşünülür. Oysa onlarla sınırlı değildir. Mesela Mehmet Aydın onlardan biridir. Mehmet Aydın Cumhuriyetle yaşıt ve son anına kadar da üretmeye devam etti. Hatta iki ay önce çıkan son şiir kitabının önsözünü yazma mutluluğunu da yaşamıştım.

Delphoi kendinde “Dünyanın Göbeği” diye bilinen bir yarık varmış. Bu yarıktan insanı sarhoş eden bir buhar çıkarmış. Tanrı Apollo’ya danışmaya gelen olursa bu yarık üzerine üçayaklı bir sehpa konur, buna da Pythia denen başrahibe otururmuş. Bu rahibenin buharla kendinden geçtikten sonra söylediklerini etraftan saygıyla dinleyen rahipler kaydeder, sonra manzum bir biçime koyarak, Tanrı’ya danışmaya gelenlere verirlermiş. İşte, Mehmet Aydın’da Türk Edebiyatı’nın Pythita’sıdır. Pythia gibi o da herkesten farklı bir dille yazıyor. Saygıyla dinlenip, yorumlanması gerekiyor. Kısacası aceleci, kolaycı olan bugünün insanının harcayamayacağı kadar bir çaba istiyor. Belki de bu yüzden adı yukarıda saydıklarım kadar bilinir olmadı. Bir söyleşide ona bunun nedeni sorulduğunda “ Ben yazarım. Neysem oyum. Bir pazarlamacı, tezgâhtar değilim” diye yanıtlar. 

Cumhuriyetle yaşıttı Mehmet Aydın. Kendisi kadar şiiri de gerçek bir cumhuriyetçi. O yaz kış meyve veren bir ağaç gibiydi. Ders kitabından eleştiriye kadar her konuya el atmış bir yazın eriydi.

Anadolu’nun bozkırlarından sözcükler devşirip getirdi dimağlarımıza. Dağ başlarında sessiz sedasız açan kır çiçekleri gibi unutulmaya yüz tutmuş sözcükleri kullandı şiirlerinde. Oldukça yalın bir anlatımı vardı. Özenle seçtiği sözcüklerle mükemmel bir dil işçiliği kullanırdı. Bu anlamda da yüz akıydı Türkçe’nin. Şiirlerinde söylenceler, türküler, masal ve kültürel değerlerden yararlanır. Toplumun her kesimini içine alan bir izlek yelpazesi ile ele alarak aktarırdı bizlere.

Mehmet Aydın, insanlığa hizmeti ibadet sayar ve sevgi dininin ışıklarını, şiir diliyle evrene yaymaya çalışır. Gün geldi, Filistin’de, Çeçenistan’da, Bolivya’da, Yunanistan’da, Güney Afrika’da bir özgürlük savaşçısı oldu, gün geldi Şili’de, Cezayir’de, İran’da bir direnişçi oldu. Gün geldi barış güvercini olup dolaştı tüm evreni. Gün geldi Sivas’ta yakılan aydınlarla, sanatçılarla yandı. Gerçi son gün çıkan bir aksaklık olmasaydı belki de o gün yakılanlardan biri olacaktı. İyi ki olmuş o aksilik de o gün gidememiş oraya. Osman Bolulu’nun dediği gibi bir “sevgi bohçası” ydı o. “Canım canım” diyerek kollarını açıp karşılayışı da bu yüzdendi insanları. 

Yeryüzünde ne kadar sorun varsa, ne kadar acı olay yaşanıyorsa, bunların oluşmasında kendini sorumlu tutarak insanlığın dertlerini paylaştı. Yüreği daralanlara, şiirlerini ilaç olarak sundu.

 Özellikle köylülerin, işçilerin, yoksulların, kimsesiz çocukların, sürülen öğretmenlerin, özgürlük savaşçılarının, ozanların, yazarların sorunlarını dile getirdi. 70’li yılların kardeş kavgasını, gençliğin bu kavga içindeki yitişini, çığlık çığlık haykırdı. Akan kanı durdurmak adına şiirleriyle bir barikat kurmaya çalıştı. 

Mehmet Aydın’ın şiiri genelde anlam şiiridir. Biçim ve anlam bütünlüğü vardır şiirlerinde. Evrensel ilişkilerin bilimi olan diyalektiği kullandı yazarken şiirlerini. Dünya görüşü ve evrensellik ön planda oldu onun için hep. Şiirlerinde asla benmerkezci bir anlayış söz konusu olmamıştır. Şöyle diyebiliriz örneğin;

“Mehmet Aydın şiiri, gerçeklerin şiiridir
Acıların, sızıların damıttığı bir şiir
Umutların, beklentilerin şiiridir
Dostlukların, barışın şiiridir
İnsan haklarının şiiridir
Ölüşlerin, hayallerin gerçek objektifinden geçirilmiş şiirlerdir
Çağını soluyan, yargılayan şiirlerdir
Sorumluluğu acılarından gelen şiirlerdir
Sevdalar içinde, sevdasız kalmanın şiiridir.” ve bunları istediğimiz gibi uzatabiliriz.

Tüm bunların yanında Mehmet Aydın Türkçe’yi en güzel kullanan bir şairimiz olarak da çarpar göze. Liberalizm ve kitap rantı uğruna Türkçe’nin zedelenmesinin önünde durmuştur. Şiirin olmazsa olmazı imgeyi de çok güzel kullanır, ancak kendisine sorarsanız mütevazi bir şekilde imgeyi en güzel kullananın kendisi değil, İlhan Berk olduğunu söylerdi.

O umut dolu bir kapı açmıştır, yersize, yurtsuza umarsıza ve bir yuva yapmıştır onlara, dostluk, kardeşlik ocağı olan;

“Bir yuva donattım, aydınlık
Yalansız, dolansız
Salt dostluk, kardeşlik ocağı olan
Açgözlü zorbalardan başka
Herkesin gireceği
Kinlerden ve düşmanlıktan uzak
Kirsiz ve kansız”

Umut, ekmeğiydi onun;

“Kuşan kalemini ey bilge
Dağıt şu belirsizliği, karanlığı” der.

Yaşamın engellerle dolu olduğunu bilir ve şöyle der bir şiirinde;

“Sert kayalara
Serilmiş bir halıdır yaşam”

Sevginin azalması üzerdi onu,

“Bak esenlik kuruyor dalında
Açılmıyor yüreklerin kapıları” 

Yurdunu çok severdi. Mesela Yurdum Benim şiirini;

“Tek varlıksın gönüllere taht kuran
Değişmem dünyalara seni
Sana gider yiğitlik
Ve özgürlükte her yol
Dolduramaz hiçbir güzellik
Düşlere sığmayan yerini” dizeleriyle bitiriyordu. 

Mehmet Aydın, benliğimizde bir karmaşa yaratan ve onu alt üst eden şeyler söyledi bizlere ve düşünmeye sevk etti sürekli bizleri. İyi ki yaşamışsın, iyi ki seni tanıma mutluluğuna sahip olmuşum. Işıklar içinde ol…

Arzu KÖK